"yaprak kıpırdamıyor" lafı bir yerlerde yaprak varken söylenmiş olmalı
Bugün twitter.da bir yazı gördüm. “Ne yazacağını sana başkası söylüyorsa yazma daha iyi” diyordun. O kadar zamandır başkalarının söylediği şeyleri yazmışım ki artık kendi başıma nasıl yazılacağını unutmuşum.

Yeniden Başlamak İstiyorum..

1

Gençlikte kocaman çipil gözlerle bakılır dünyaya.. yaşlandıkça göz kapakları düşer ve gözler kısılır.. daha fazla görmeyi istemez gibi..

BUGÜN / HER GÜN

Sıcacık bir odada oturuyordu. Her zaman başında olduğu bilgisayarında günün psikolojisine göre hazırladığı çalma listesinden acıklı bir şarkı çalıyordu. Düet yapan kadınla erkeğin sesi şarkının ritmine göre ahenkli bir şekilde yükselip alçalıyordu. Dışarıda güneş yüzünü gösteriyordu fakat biraz önce camı açtığında insanın yüzünü kesen bir ayaz olduğunu fark etmişti. Sigara almaya gitmesi gerekiyordu aslında ama soğuğu düşününce çıkası gelmiyordu. Zaten sabah evden çıkarken üzerine ince bir ceket almıştı sadece. Uykusuz gecelerin sabahında afyonu patlamadan kalktığı için eline ne gelse geçirirdi üzerine. Sık sık yaz günü kalın paltolarla veya kış günü incelerle çıktığı olurdu. Evinde hiçbir zaman yazlıklarla kışlıkların yerini değiştirmek gibi bir adeti olmadığı için de her mevsim bütün kıyafetlerine ulaşma lüksüne sahipti. Portmanto askısında paltosunun, deri ceketinin ve kot montunun yan yana durması, alttaki rafta bere, atkı, eldiven, şemsiye, güneş gözlüğü gibi gereksizlerinin atılı olması içten içe hoşuna giderdi.

Dağınık değildi aslında evi, tek yaşayan bir erkek için oldukça toplu bile sayılabilirdi. Özellikle mutfağa çok dikkat ederdi. Başka kimsenin mutfağını da beğenmezdi. Yemek yapmak her zaman büyük bir zevk olmuştu onun için. Hatta yapmayı henüz bilmediği yemekler için bile gereksiz aletler almıştı bir gün kullanırım umuduyla. Karnıyarık tenceresi bile vardı. Neden karnıyarık herhangi bir tencerede yapılamaz bilmiyordu ama almıştı işte. Belki de o anda parasını harcayacak başka bir yer bulamamıştı. Bazen kendini evde yapacak bir işi olmayıp sürekli alışveriş yapan kadınlara benzetirdi. Dükkanlarda gereksiz bir şey alırken hep yakınlarında alışveriş teyzelerinden birini bulurdu. Yaşça aslında abla bile olamayacak sıfattaki kadıncıklar sorduğu her türlü gereksiz soruyu bilir, bir de önerilerde bulunurlardı: hani şu silikon kek kalıpları vardı ya, kelepçelilerden daha iyiydi, ondan kullansındı.

Gün ortasına çeyrek mesafe kala canı iyiden iyiye sıkılmıştı. Ofisin bunaltıcı ağırlığıyla tembel bir kedi gibi uyuşmuş saate bakıyor, çıkmak için sabırsızlanıyordu. Masasını toparladı, bilgisayarını kapattı, hırkasını ve ceketini yokladı. Saat bir türlü ilerlemiyor gibi geliyordu ona. Sessizlikte beklenmedik telefon çalınca bir an irkildi. Ofisteki diğer kişiler oralı olmadığı için isteksizce ahizeyi eline aldı. Karşıdaki sesi duyunca tüyleri diken diken oldu. Oldukça tiz bir kadın sesi, belli ki kendine göre çok büyük olan derdini anlatmaya başlamıştı bile. Oğlunun belgeleri eksikmiş, nereden bulabilirmiş falan filan. Dinlemiyordu. Dayanamayıp,
“Hanfendi şu anda o işle ilgilenen arkadaş burada değil, size yardımcı olamam” diye kadının sözünü kesti.
Kadın “ama…” diye başlayan cümlesine devam edemeden tekrar terslendi “öğleden sonra arayın”
Kadın, çaresiz bir şeyler mırıldanarak kapattı telefonu.

Nihayet çıkma saatine beş kalmıştı. Son beş dakika burada kalmasının gereksiz olduğunu düşünerek hızla ceketini aldı ve sorgulayıcı bakışlara aldırmadan kapıya büyük adımlarla yöneldi.
Dış kapıyı açtığı anda soğuk varlığını hatırlattı. Bir an durup etrafına bakındı. İnsanlar tıpkı kendisi gibi hızlı adımlarla gri işyerlerinden uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Bilmeyen biri bu insanların bir daha hiç buraya dönmeyecekmiş gibi bir tavırda olduklarını düşünürdü. Arka arkaya birkaç kişi geçerken omzuna çarptı ve hiçbir şey söyleme gereği duymadan uzaklaştı. Önemsemeden arkalarından baktı adam. Ne gereği vardı sahte özürlerin, özür dilese bu gerçekten pişman olduklarını mı gösterecekti sanki. Koşuşturanların aksine yavaş adımlarla yürümeye başladı. Aç değildi ve nereye gittiğini bilmiyordu. Son zamanlarda iştahı da iyice azalmıştı. Bir an ne kadar zamandır böyle iştahsız olduğunu düşündü; uzun zaman. Hatta en son ne zaman zevkle yemek yediğini bile unutmuş gibiydi. Hâlbuki akşamları kendi yaptığı yemekleri çok beğenirdi. Ama nedense öğle saatlerinde hiç açlık hissetmez olmuştu. Düşünürken farkında olmadan sık sık gittiği lokantaya doğru yönelmişti bile.

Önünde yürüyen on, on bir yaşlarında cıvıldaşmaya benzer sesler çıkaran dört beş kız çocuğu, soğuğa rağmen buz gibi kolalarını yudumlayarak ilerliyorlardı. Seçebildiği bazı cümlelere takılmıştı kulağı. Önden yürüyen kız arkadakilere “benim ilk aşkım Ahmetcan’dı iki sene önce” dedi. Arkadaki kabarık saçlısı daha gür bir sesle “ben ilk aşkımı hatırlamıyorum bile, çok oldu” dedi. Diğer kızlar hep bir ağızdan yorum yapıyorlardı. Anlıyordu aslında söylenenleri ama biri aynı dilden konuş dese konuşamazdı. Konuşma şekli ne kadar değişmiş diye düşündü. Yaşlandım mı? Birkaç şen kahkahadan sonra kızlar çevreden duyulduklarını fark etmiş olacaklar ki birbirlerini “şşşş..” diye susturmaya çalıştılar. Birkaç saniye hepsinden sadece bu ses ve gülüşmeler geldi. Adam bir yandan söylenenlere gülümserken bir yandan da bu soğukta dondurucu içecekleri içmenin onları hasta edeceğini düşündü. Ona neydi ki!

Kendi ilk aşkı kimdi, tam hatırlamıyordu. Aslı vardı lisedeyken. Çok güzel kızdı o zamanlar. Upuzun saçlarını yarım toplardı hep. Alnına küçük bir saç öbeği düşerdi hep. Üniformasının yakası diğer kızlara göre biraz daha mı açıktı ne? Belki de irileşmiş göğüsleri öyle gösteriyordu onu. Yıllar sonra onu gördüğünde ise oldukça şaşırmıştı. Gerçi kendisi de aynı değildi ama bir insan nasıl bu kadar değişebilirdi, anlayamamıştı.
Sonra aklına Handan geldi. Asıl ilk aşkı o sayılabilirdi belki de. İlkokuldaydı daha o zamanlar. Handan babasının memuriyeti sebebiyle okula dördüncü sınıfta gelmişti. Herkesin gözdesi olmuştu bir anda “yeni kız”. Adı gibi ağır bir kızdı, öyle herkesle yüzgöz olmuyordu. Bir defasında bahçede oynarken yerde yeni doğmuş bir kuş görmüşlerdi. Ağaçtan düşmüştü. İncecik bir feryatla yardım istiyordu. Tüyleri olmadığı için belki de küçük bir et parçası gibi görünüyordu. Handan kuşu fark edince usulca yanına gidip avucuna almıştı. Diğer kızlar gibi iğrenmedi. “Aman da ne şekermiş” gibi cümleler de kurmadı, zaten kuş iğrenç görünüyordu. Avucuna aldığında kuşun uzunca boynu küçük beyaz elden aşağıya sarktı. Bir an ne yapacağını bilmeden boş boş kuşa baktı. Duvarın üzerinde bekleyen sabırsız kediyle göz göze gelince onu yerde öylece bırakamayacağını düşünmüş olacak ki kuşu önlüğünün cebine koyup çıkılması imkansız gibi görünen dik ağaca hızla tırmanmaya başladı. Onun gibi İstanbul hanımefendisi görünümlü küçük bir “leydinin” nasıl olup da böyle bir şey yapabildiğini hiçbir zaman anlayamamıştı. Bir dala tutunup, düştüğünü tahmin ettiği ot birikintisinin içine yavaşça uzattı yavruyu. Sonra düşercesine bıraktı kendini yere, belki de gerçekten düştü. Dizileri ve sağ avcunun inceden kanadığını fark etti. Cebinden ütülü mendilini çıkarıp yaralarını sildi ve yine eski leydi havasını üzerine giyerek ona gülümsedi. O hiçbir şey yapmamıştı ama nedense hep onunla o anda bir şeyler paylaştığını düşünmüştü.
Neden bunları hatırlıyordu şimdi? Doğru ya, şu kızların konuşmalarından. Yakın zamanda yaşadığı çoğu şeyi hatırlamamasına rağmen bu kadar eski bir anıyı bu nebze detaylarıyla hatırlaması ilginçti.

Yolun karşısına geçip lokantaya girdi. Sıcak havayla birlikte lokantanın içine sinmiş ağır yemek kokusu çarptı yüzüne hemen. Her ne kadar soğuk memleketlerde kış günü kullanılan bu sıcak hava perdeleri yararlı olsa da sevememişti bir türlü. Yüzüne üflenen kuru hava nefesini kesiyordu. Ayrıca bunun gibi küçük ve havalandırmasız lokantalarda yemek kokusunu daha da ağırlaştırıyordu. Üzerine sinecekti. Her zaman oturduğu masa doluydu. Yüzünü buruşturarak o masada oturanlara doğru memnuniyetsiz bir bakış fırlattı. Lokanta sahipleri, çevre işyerlerinden her öğlen yemeğe gelip az para harcayanları salonun en izbe yerlerine gönderiyorlardı. O tarafa yönelirken her öğlen gelen bu tanıdık yüzlere daha iyi davranmaları gerekir diye düşündü tekrar.

Sırtını duvara vererek insanları görebileceği şekilde oturdu. Kalabalık saatten dolayı zengin bir görsellik içindeydi manzarası. Etraftakilere boş gözlerle bakmaya başladı. Garsonun kendine doğru geldiğini gördü, hala ne yiyeceğini düşünmemişti.
“hoş geldin abi” dedi garson, “bugün ne yersin?”
“nelerin var?”
“her zamanki gibi abi”
Adam bir kez daha yüzünü memnuniyetsiz bir şekilde buruşturdu. Sırf garsona zorluk olsun diye “say bakalım” dedi. Hangi sırayla söyleyeceğini bile bildiği için aynı hızla kendi içinden de saymaya başladı.
“karnıyarık, musakka, dolma, oturtma, ıspanak, kuru…”
“karnıyarık, musakka, dolma, oturtma, ıspanak, kuru…”
“tamam tamam” dedi adam. “bana bi musakka ver bakalım, yanına da pilavla cacık”
Gözlerinin altındaki halkalara rağmen hala dinç görünen garson küçük bir baş hareketiyle masadan uzaklaştı.
Yan masada oturan adam karşısındaki kadına bir şeyler anlatıyor, kadın da önce yüksek sesle, sonra da etrafına utangaç bakışlar atarak sessiz sessiz gülüyordu. Karşı masada yaşlıca bir adam yüzü ona dönük oturmuş kasketini bir eline alıyor, bir kafasına takıyordu. Henüz yemeği gelmeyenlerin görünüşüne bakarak ne yiyebileceklerini tahmin etmeyi severdi. Kuru-pilav dedi ivedilikle içinden. Üzerinden on saniye geçmeden yaşlı adamın masasına kuru pilav getirdi garson. Yaşlı adam masaya kilitlenmiş gözlerinin önüne yemek konduğunda ifadesizce yemeye başladığında, adam dudaklarından küçük bir tebessüm kaçırdı. Yine bilmişti. Gerçi bu kolay olmuştu onun için. Adamın her halinden belliydi ne yiyeceği. Acaba onun yaptığı gibi başkaları da böyle anlarda kendisinin ne yiyeceğini merak ediyor muydu? Veya ne iş yaptığını, nasıl biri olduğunu tahminlemeye çalışıyorlar mıydı? Ne derlerdi acaba?
Bezgin? Sıkıcı? Çirkin? Hayır hayır. Çirkin sayılmazdı. Ama bakımsız olduğu su götürmezdi. Giyinmek, süslenmek için bir sebep görmüyordu. Kızlar mı? İstese, bu haliyle de tavlayabilirdi pek çoğunu. Ne de olsa bu iş biraz tatlı dil biraz da paraya bakardı. Hafif kırlaşmaya başlamış saçları çoğu kadına çekici geliyordu. Biraz göbeğin dışında vücudu da düzgün sayılırdı. Giydiği kıyafetler işi gereği nispeten düzgündü de. Çok klasik bir işadamı görüntüsünde değildi elbette, ama satış yapabilecek kadar şık giyinirdi. Arada bir tıraşı eksik olurdu, ama kirli sakal da artık modaydı. Ha... bir de gülümserken sağ yanağında çıkan çukur vardı. Kız arkadaşlarından biri güldüğünde ortaya çıkan bu derinliğe vurulduğunu söylemişti. Demek ki bu da artı hanesine bir sayı diye düşündü. Daha da keyiflendi. Bu arada yemeğini getiren garsona gülümseyerek teşekkür etti.

Daha ilk lokmada yemeği beğenmemişti; yine. Ağır ağır birkaç kaşık daha yemeye çalıştı ama iştahı kaçmıştı. Her Allahın günü aynı yerde aynı yemekler diye geçirdi içinden. Sinirle çatalı elinden bırakırken “aşçı bu defa da salçayı çok koymuş” diye geçiriyordu. O sırada yan masadaki adamın fısıltılarına karşılık veren kadının şuh kahkahası dikkatini o yöne çekti. Yakın masalardan birkaç kişi daha bakınca kadın utançtan kıpkırmızı olarak eliyle ağzını kapatıp kıkırdamaya devam etti. Bu kadar komik olan neydi? Bir insanı bu nebze güldürebilecek kaç şey olabilirdi acaba. Hemen kadınla ilgili senaryosunu yazmaya koyuldu. Muhtemelen kadın henüz evlenmemiş, ama fırsat kollayan, pek de mutlu olmayan biriydi. Fazla insan tanımamış ve sosyal ortamlarda fazla bulunmamıştı ki basit konular bile kadına enteresan geliyor ve onu güldürebiliyordu. Tombul parmaklarını sıkıştıran yüzükler varlıklı biri olduğunu gösteriyordu. Saçı ve kıyafetinden de çalışan biri olduğu sonucu çıkarılabilirdir. Bir şirkette orta düzey yetkili olabilirdi, ama kesinlikle üst düzey değil diye geçirdi içinden. Belki de aileden zengindi. Ama hayır, aileden zengin olanlar kendine güvenli görünürdü, havalı ve nedense zayıf olurlardı. Kıyafetleri ise taşıyan kişiden daha önce göze batardı. Bu kadının sonradan, kendi parasını kazanan biri olduğu belliydi, modaya uymaya çalışmış ama biraz zevksizlikle eğreti durmuştu. Zengin doğanlarda ise ne giyerlerse giysinler o kıyafetle doğmuş gibi bir duruş olurdu. Yine onun için ne düşündükleri geldi aklına. Kıyafetlerinden onun da doğuştan zengin olmadığı belliydi. Gerçi şu anki kıyafetleri bir sanatçı, yazar, ne bileyim öyle bir izlenim verirdi insanlara. Ama aslında ne sanatla ilgisi vardı ne de yazardı. Sadece böyle görünmeyi seviyor kendini daha gizemli buluyordu. Başka bir kız arkadaşı onu ressam zannetmişti. Belli ki olmadığını fark edince de biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Ne kadar çok sevgilisi olmuştu böyle, hepsinden bir şeyler duymuştu kendisiyle ilgili. Tavlama yöntemlerini biliyordu da ondan. Bir arkadaşı yıllar önce ona “tavlanmayan kadın yoktur, tavlayamayan erkek vardır” demişti. O da bunu düstur edinmişti. Öncelikle kime yaklaşacağını bilmek lazımdı. Zaten yüz vermeyecek kadına mesai harcamaya değmezdi. En kolayı kendini yeni keşfetmeye başlamış genç kızlardı. Bir iki güzel söze hemen tav olurlardı. Ondan sonra özgüveni eksikler, mutsuz olanlar, aldatılanlar, bunalıma girenler.. liste böyle uzayıp giderdi.
Yan masadaki kadını kahkahası ikinci kez böldü düşüncelerini. Fısıltıyla kendine dünyanın en komik olaylarını anlatan adama doğru eğilmiş, gülmekten yanakları kıpkırmızı olmuştu.
Saatine baktı, hala vakti vardı işe gitmek için. Garsona önünde yarım kalan yemekleri alması için bir işaret yaptı. Koşarak gelen garsona anlamsızca bakarken ne kadar da zayıf olduğunu düşündü. İki tabağı üst üste koyup taşısa kolları düşüverecek gibi duruyordu. Bütün garsonlar mı zayıftı ne? Hepsi bir çıtkırıldım görünüyordu. Belki de masaların arasında rahat dolaşabilmeleri için özellikle zayıf olanlar seçiliyordu bu işe. Başarılı bir garson olmanın birinci kuralı: dal gibi ince ve kıvrak olmak. Keyiflendi bunu düşünürken, yeni bir şey keşfetmiş gibi.
Tatlı yese miydi acaba, “hayır” dedi garsona. Son günlerde biraz kilo almıştı sanki. Formunu korumalıydı, yıllar eskisi gibi cömert değildi ona karşı.
Hesabı ödeyerek ağır adımlarla dışarı çıktı. Kapının ağzında sağa sola bakındıktan sonra hangi yöne gittiğini bilmeden amaçsızca yürümeye başladı. Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Yolun köşesine kadar yürüyüp karşıya geçti. Önündeki binanın arkasından deniz görünüyordu. O tarafa doğru yürüdü. Keskin rüzgar köşe başında karşıladı onu. Hafifçe uzamış saçları gözünün önüne geliyor, havalanıp yeniden alnına konuyordu. Rüzgar o kadar şiddetliydi ki burada, denizin suyu kıyıları yaladığı için yaklaşamıyor, bir yandan da yerçekiminin azaldığını hissettiği için ayrılamıyordu bulunduğu yerden. Sanki rüzgar onu alıp götürecekti, her an havalanabilirdi. Geçen gün yerel gazetelerden birinde bir haber okumuştu, dalgalar bir adamı kıyıdan alıp denize atmış diye. Rüzgar da onu alıp biraz gezdirseydi. Bu kadar esmesine rağmen ofisin önüne ilk çıktığı kadar üşümemişti burada. Dönüşünü biraz geciktirmeye karar verdi. Ceketinin içinden giren hava içini huzurla doldurmuştu. Önünden geçen iki turistin fütursuzca bakındıklarını görünce onlara özendi bir an. Ne güzeldi turist olmak, keşke ömür boyu turist olabilseydi. Çift, önceden gezdikleri yerlerle ilgili konuşuyorlardı. İyi ki zamanında İngilizce öğrenmişim diye düşündü adam. Yanından geçenlerin ne söylediğini bilmek hoşuna gidiyordu. Az biraz da Fransızcası vardı. Mümkün olsa bütün dilleri öğrenebilmeyi isterdi ama ailesi ve öğretmenleri “daha önemli” dersleri almasını istemişti. “keşke..” dedi içinden ve ofise doğru yürümeye başladı.

Soğuk binanın kapısından adımını atarken bir sınava bağlı hayatını şekillendirmeye çalışırken gördüğü onca bilginin ne işe yaradığına kafa yoruyordu hala. Belki de kendisi kullanamamıştı bu birikimi. İyi bir dilbilgisi eğitimi almıştı, gençliğinde de çok kitap okumuştu. Pekala o da bir kitap yazabilirdi. Konusu zaten belliydi; kadınlar. “Evet, bu konu, çok satar” diye geçirdi aklından; hafifçe gülümsedi. Kendi bile bu kadar ileriyi düşünebilmesine şaşırmıştı. Boğucu odaya girdiğinde ışığın aydınlatamadığı duvarları görmeden masasına yöneldi. Etrafındaki kimseye bakmıyordu, kimsenin dikkatini dağıtmasını istemiyordu. Üst çekmeceden beyaz bir kağıt çıkardı. Kalemlikteki en beğendiği kalemi eline alarak büyük harflerle şunları yazdı: KADINLARI KADINLARDAN DAHA İYİ TANIRIM, O YÜZDEN YALNIZIM. Evet, yazdığı süre boyunca bunu aklında tutacaktı. Hatta evde masasının başucuna da yerleştirebilirdi. Tam aklına gelen kadınların listesini yapmaya başlamıştı ki cırtlak telefonu yine ona seslendi.
Aslı, Ayten, Filiz, Esra, zırrrrrrrr.. Zeynep.. zırrrrrrrr

***
Yazı masası, aslında bundan yaklaşık 3 sene kadar önce puzzle yapmak için aldığı, bir insanın rahatlıkla üzerine yatabileceği büyüklükteydi. Zamanla yapbozun parçalarını birleştiremeyince masayı da farklı amaçlar için kullanmaya başlamıştı. Bilgisayarı, birkaç kalem, kağıtlar, iki adet not defteri, telefon rehberi.. hepsi üzerinde konuşlanmıştı. Yaslandığı duvardaki rafta ise film, müzik ve oyun cdleri, bir iki biblo ve en çok satan kitapları oturuyordu. Bunları da özellikle eve gelenlere seyirlik olsun diye seçip almıştı. Masanın sol ucunda bir zamanlar merak saldığı fotoğrafçılıkla ilgili bir iki kitap ve özel çantasında gıcır gıcır bir fotoğraf makinesi duruyordu. İş çıkışı aldığı yeni kağıtlarını ve kalemini masanın merkezine güzelce yerleştirdi. Yazmadan önce bilmesi gereken bir şey var mıydı acaba? İnternet: çağın icadı. Hemen bilgisayarının başına geçip gelişigüzel sayfalarda dolanmaya başladı.

yağmur fırtına şimşekler derken bi de elektrikler kesildi.. şehir bi garip bu akşam..

medeniyetin can damarı kesildiğindeki anları da seviyorum ben.. önce ne yapacağını bilememe hali, daha sonra panikle aydınlığı arama.. bir süre hemen eski haline gelmesine ilişkin istekler.. daha sonra alışma, kendinle kalma.. medeniyetin senin düşünmeni engellediği şeylerin kafana hücum etmesi.. ne televizyon ne müzik veya herhangi bir dış etken.. kendin olduğun anı yaşamaya başlarsın.. tam sen buna da alışmışken ki insanoğlu çabuk alışır, yarım saat böyle kalmak bile yetecektir duruma alışmaya, medeniyetin kalbi yeniden atmaya başlar.. önce bir kırgınlık hissedersin.. ışıkları açmazsın mesela bir kaç dakika.. sonra üst kattan gelen sesler artık ne yaparsan yap biraz önceki ortamda olmadığını farkettirir.. pes edersin hemen çünkü yine insanoğlu çabuk vazgeçer, kolayı seçer.. gider ışığı yakarsın.. ve bir sonraki karanlığa! kadar o anı unutursun..

TERS AÇI

Apartman çok karanlık görünüyor. Elektrikler mi kesildi acaba. Yok kesilmemiş, iyi bari asansörsüz çıkmak ölüm olurdu beşinci kata.
E bu kadın gelmedi mi daha eve, niye açmıyor kapıyı. Anahtarım var mı ki benim? Hıh, koymuş çantaya. Bugün günlerden ne? Çarşamba. Pazara gitmiştir kesin. Ama hava karıyor, bu saate kadar ne pazarı yapıyor bu kadın? Ah şu alışveriş, kör ediyor hepsini. Mutfakta yemek vardır inşallah.
***
Saat kaç oldu yahu, uyuyakalmışım koltukta. Aysellllll! Saat kaç?
Daha gelmemiş mi? İnanamıyorum! Nereye takıldı yahu bu? Annesine mi gitti acaba? Üff şimdi akşam akşam aratacak bana kayınvalideyi. Ne zamandır da aramadım zaten.
“Anne, nasılsınız Ekrem ben”
“İyiyim ben de teşekkür ederim, sağlık sıhhat?”
“İyi iyi, maşallah. Ben Aysel’i soracaktım, size mi uğradı acaba?”
“Öyle mi, Allah Allah. Nerde olabilir ki? Neyse, bulurum ben onu. Cep telefonundan ulaşırım. Nasılsa sizdedir diye, hem de sesinizi duyayım hal hatır sorayım istedim, ondan doğrudan sizi aramıştım”
“Haklısınız, baya da geç olmuş. Pazara gidecekti arkadaşlarıyla, herhalde alışverişe daldı”
“Merak etmeyin, ben haber veririm size, iyi geceler, ellerinizden öpüyorum”
***
Cebi kapalı. Kimi arasam ki? Arkadaşlarını arayayım diyeceğim ama hiçbirini tanımıyorum ki doğru düzgün. Bir Fatma Hanım vardı hep bahsettiği, geçen düğüne de beraber gitmişlerdi. Onun numarasını nerden bulurum acaba? Saat de nerdeyse dokuz olmuş. Hay Allah, merak ettim bak şimdi. Hiç bu kadar geç kalmazdı, bir yere takılacaksa da telefonla arayıp haber verirdi ben işten çıkmadan.
***
Pencere kenarında hep oturduğu koltuğun kenarında kitapları dururdu Aysel’in. Dağınık kadın, kitapları, gazeteler, dergiler, telefon defteri kesin hepsi o koltuğun yanında veya koltuğun yanındaki pencerenin pervazındadır.
Bu kağıt da nesi? Adım yazıyor üzerinde. Aysel’in yazısı mı bu?
“Ekrem, artık ben de seni sevmiyorum. Elveda.”